Dünya belirsizlik çağından geçerken Türkiye’de hangi gerçekleri gözden kaçırıyoruz? Aileyle ilgili veriler bize geleceğimize dair ne söylüyor? Teknolojik devrimi ıskalamanın maliyeti ne? Türkiye sürdürülebilirlikten ne anlamalı? Akan Abdula yazdı.
Dünya uzun zamandır kötü sorunlar ve belirsizlik çağının tam ortasında.
Öyle bir çağ ki bu, her problem kendine özgü, problemlerin net bir tanımı yok, her şey birbiriyle ilintili, çıkar çatışmaları artıyor, problemlerin tek bir çözümü yok, doğruyu yanlışı ayırt etmek zorlaşıyor, çözüm bulmak çok zaman alıyor, sonunda çözüldü de diyemiyoruz.
Dünyada karmaşıklık artıyor. Muğlaklık ve belirsizlik de artıyor.
Tek başımıza çözemeyeceğimiz sorunlarla karşı karşıyayız. Belirsizlik artık hayatın bir normu. Öyle ki belirsizliğin bile yoğunluğu değişken. Bununla yaşamaya alışmak zorundayız.
Türkiye bu problemlerden çokça nasibini almış görünüyor.
Bunlar yetmezmiş gibi bir de ülkemizin kendine has dönüşümleri ve problemleri söz konusu.
Bu yazıda, Türkiye’nin geleceğini etkileyecek büyük bir paradigma değişiminden bahsedeceğim.
Mega şehirleşme paradigması
Türkiye’nin gelecek on yılını etkileyecek derin paradigmalarının sayısı çok ama bir tanesi var ki hepsinden öne çıkıyor: Mega şehirleşme paradigması.
Biliyorsunuz ülkemizin üç mega şehri var. İstanbul, Ankara ve İzmir.
12 mega şehir daha yolda. Yani 10 yıl içinde 12 büyükşehir, mega şehre dönüşecek.
Listede en tepede Antalya, Bursa, Kocaeli, Adana var.
Mega şehirleşme daha büyük sürdürülebilirlik sorunları getirecek.
Tarım alanlarımız küçülecek, çiftçi sayımız daha da azalacak.
Ancak bu paradigmanın etkisi bununla sınırlı kalmayacak. Asıl büyük etkisini Türkiye’nin aile yapısındaki değişimlerde göreceğiz.
Mega şehirlerde metrekareler aşırı pahalı. Aileler küçük metrekarelerde yaşamak zorundalar. Dolayısıyla anne babalarımızın zamanındaki 100 ve üst metrekare evler artık sadece bir hayalden ibaret.
Küçük metrekarelere yerleşen ve mega şehrin pahalılığına maruz kalan bir ailenin çok çocuğa sahip olması da imkânsız hale geliyor.
2001 yılında hane başına üç çocuk varken, artık bu sayı tek çocuğa düştü bile.
Geniş aile kavramı yüzde12’ye düştü ve yeni aile tipolojileri hızla büyümeye başladı.
Mesela bugün tek kişinin yaşadığı hane sayısı 5 milyon 200 bine çıktı bile. Buralarda bir canlı daha var; köpek, kedi veya kuş.
“Son dönemlerde ekonomik kriz yok, olsa bu restoranlar nasıl böyle dolardı” sorusunun cevaplarından bir tanesi de buralarda gizli.
Tek kişinin yaşadığı hanelerin çoğunda evde yemek olayı söz konusu değil. Yalnızlık duygusu çok hakim. Ayrıca evde yemek yemenin ekonomik olması için, o ailenin 3.5 kişinin üstünde olması gerekiyor.
Haliyle bütün bu tek kişilik haneler zaten ya sipariş vermek ya da dışarıda yemek yemek zorundalar.
Mikro-aileler
Diğer taraftan çok hızlı büyüyen diğer bir aile tipolojisi, mikro aileler. Tüm ailelerin yüzde 40’ı artık mikro ailelerden oluşuyor. Bu aileler anne baba ve tek çocuktan oluşuyor.
Bu aileler kolektif değerlere sahip değiller. Küçük aile oldukları için, her aile bireyi hanede bireysel takılıyor. Aynı anda salonda baba bir platformdan içerik tüketirken, anne diğer platformdan tüketebiliyor. Birlikte içerik tüketmek azalıyor. Çocuk ise odasında apayrı bir platformda içerik tüketebiliyor.
Bu ailelerin bireysellik değerleri çok yüksek.
Ülkemiz hâlâ evlenmeyi seviyor olsa bile, ki yılda ortalama 600 bine yakın evlilik var, boşanma sayıları da rekor kırıyor. Hanelerin yüzde10’u artık bekar annelerden oluşuyor. 2 milyona yakın bekar anne ailesi söz konusu ve bu sayı kısa zamanda üç milyon civarına gelmiş olacak.
Diğer büyüyen trend ise, hiç bağlantısı olmayan beyaz yakaların ev paylaşımı durumu. Bu tarz haneler toplam hanelerin yüzde4’üne ulaştı bile.
İstanbul’a iş için gelen iki beyaz yaka, birbirlerini ilanlardan, ortak dostlarından bulabiliyor, aynı evi kiralıyor ve paylaşıyorlar. Bu beyaz yakalar evin dışında başka hiçbir şeyi paylaşmıyorlar.
Türkiye’nin hızlı yaşlanması
Hanelerimizde çocuk sayısı düştükçe ülke hızlı bir şekilde yaşlanıyor. 2012 yılında yaşlanma sürecimiz başladı, 2039 yılında tamamlanacak. Yani Türkiye’ye 27 yılda çok yaşlanmış olacak. Yaşlanma hızımızı anlamanız için Fransa ile karşılaştırmak isterim. Fransa 115 yılda yaşlanmıştı.
Türkiye şu an yaşlı ülkeler kategorisine girdi bile. 2039 yılında ise çok yaşlı ülkeler kategorisine girecek ve İtalya’ya benzer bir demografiye sahip olacak.
Yaşlanan ülke ve EYT sonucu Türkiye’de 16 milyona yakın emekli söz konusu. Emekli sayımıza baktığımızda, birçok Avrupa ülkenin nüfuslarını bir araya getirsek bile, onlardan daha çok emeklimiz olduğunu görüyoruz.
15 mega şehir Türkiye’sinde çöp ve emisyon problemlerimiz arşa çıkacak.
Sürdürülebilirlik romantizm değildir
Dolayısıyla sürdürebilirlik Türkiye için asla bir romantizm değildir. Ancak sürdürülebilirliği bile konuşurken pek çok Batılı kavramdan etkileniyoruz. Sürdürebilirlikten bahsederken Türkiye Batı gibi sürekli iklim konuşuyor oysa biz kendi sürdürülebilirlik problemlerimize odaklanmak durumundayız.
Sorunlu ama hızla büyüyen ekonomimiz için enerji ihtiyacımızda patlama yaşayacağız. Gelecek 20 yılda enerji talebimiz yüzde 40 artacak. Bu da ayrı bir sürdürebilirlik sorunu ve yenilebilir enerji kaynaklarımızı güçlendirmemiz gerekiyor.
Türkiye’nin asıl sürdürebilirlik sorunu sağlıkta. Mega şehirleşme sağlık sorunlarımızı arttıracak çünkü mega şehirler yaşamak için çok stresli yerler.
Peki sağlık konusunda nasıl bir sorunla karşı karşıya?
Sağlık meselesini de ekonomik sürdürülebilirlik meselesi olarak almak zorundayız çünkü bulaşıcı olmayan hastalıklardaki her yüzde 10’luk artış ülkemizin ekonomik büyümesini yüzde 1 düşürüyor.
Ülkemizin ekonomik büyümesinin yüzde 3-4 puan olduğunu göz önünde bulundurursanız bunun ne kadar büyük bir rakam olduğunu görmüş olursunuz.
Peki bulaşıcı olmayan ve korkunç şekilde hızlanmış olan hastalık hangisi? Obezite. Türkiye’de kadınların yüzde 45’i obez, erkeklerin ise yüzde 20’si. Türkiye ortalaması yüzde 30’un üstünde ve bu anlamda Avrupa’nın en obez ülkesiyiz. Diğer sağlık sorunlarımız yüksek tansiyon ve kalp.
Geleceğe nasıl hazırlanmalıyız?
Tüm bu şartlar altında ülkemizi geleceğe hazırlamamız lazım. Ancak dünyanın da Türkiye’nin de geleceği muğlak. Daha doğrusu bir gelecekler yelpazesi ile karşı karşıyayız. Ve geleceğe dair bu kadar çok alternatifin olduğu şartlarda, verilerden uzak tespitlerle geleceğe hazırlanmak ciddi bir derinlik eksikliği yaratıyor.
Günlük siyasal söylemlerde hiç gerçeklerin konuşulduğunu görmüyoruz. Gerçeklerden sadece gitgide uzaklaştığımızı görebiliyoruz. Tespitler, tanımlar gerçeklerden tamamıyla uzak.
Geleceğe hazırlanmak konusunu konuşurken 800 yıl geriye dönüyorum ve Yunus Emre’ye değinmek istiyorum. Kendisi “ilim kendini bilmektir” demiştir. Türkiye’nin önce kendisini bilmeye ihtiyacı var. Türkiye kendini bilmeyi reddediyor. Dünyada her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de çok sayıda kör alan, bilinmeyen alan var ve biz bunları yeterince konuşmuyoruz.
Trene benzer teknolojik devrimler
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bir de dünyada olagelen teknolojik devrimler söz konusu. Kendi dertlerimizle uğraşırken ve birbirimize didişirken, rekabet etmemiz gereken dünyayı maalesef göz ardı edebiliyoruz.
Bu aralar bu devrimlerden en önemlisi yapay zekâ devrimi. Bu konuda çok distopik düşünmüyorum çünkü yeni devrimler eski sanayi devrimlerine çok da benzemiyor. Mesela sanayi devrimini kaçırmak bir ülkenin 100 yılına mal oluyordu. Ama şimdi böyle devrimler sürekli bir şekilde oluyor.
Bu devrimleri tren metaforuyla anlatmayı çok seviyorum.
Her bir devrim trene eklenen bir vagon gibi. Bir devrimi kaçırdığınızda diğerini kaçırmak zorunda kalmıyorsunuz, sadece vagon seçmeniz gerekiyor.
Çin’i örnek alalım. Daha önceden otomotiv devrimini tümüyle kaçırmış bu ülke, şimdi elektrikli araçlar devriminde lider konumda. Sadece doğru seçim yapmak gerekiyor. Ve yaptıktan sonra da devlet özel sektör birlikte çalışmak zorunda. Neo-liberalizm artık çalışmıyor. Bırakın yapsınlar olmuyor. Destek verilmesi gerekiyor.
Büyük devrim başlığının yani yapay zekanın altında bir tane vagon seçmeniz gerekiyor. Türkiye savunma sanayinde bu vagon seçme konusunda başarılı oldu ama bu tabii yetmiyor, bunu çoğaltmamız gerekiyor. Çok daha fazla vagon seçmeye ihtiyacımız var.
Özetle, artık kendi gerçeklerimize dönme, kendimizi tanıma, gerçek problemlerimizi konuşma zamanı. Küçük siyasal hesaplarla gerçekleri çarpıtmayı durdurmamız lazım. Gerçeklerin peşinden koşarken de büyük paradigmaları kaçırmama konusunda daha hassas olmamız lazım.
Rekabet alanımız dünya, iç meselelerimiz değil. Hiç olmadı, olmayacak. Olmamalı.