Her türbülansın bir umut anlamına geldiğini bilmek, kaygıya karşı geliştirdiğimiz en güçlü bakış açılarından biri olabilir.
Her türbülansın bir umut anlamına geldiğini bilmek, kaygıya karşı geliştirdiğimiz en güçlü bakış açılarından biri olabilir.
Bilim, düzen ile kaos arasındaki ince dengeyi kavramak için uzun yıllar boyunca bir çok teorik zemin oluşturmuştur. Bu denge, yalnızca fiziksel dünyada değil, insan yaşamının sosyo-ekonomik ve psikolojik yönlerinde de büyük bir etkiye sahiptir.
Belçikalı kimyager Ilya Prigogine, bu dengeyi anlamaya yönelik en çarpıcı yaklaşımlardan birini ortaya koymuş olan bilim insanıdır. Prigogine, kaosun aslında bir düzensizlik değil, şekillenmemiş bir yaşam anlamına geldiğini, yani içinde gizli ve güçlü de bir potansiyel taşıdığını öne sürmüştür.
Sistemlerin, yeterli bir dış etkiye maruz kaldığında “türbülans” yaşayabileceğini ve bu kaotik durumdan, daha yüksek bir düzene evirilebileceğini ifade etmiştir. Bu türbülans, bir sistemin geleneksel dengesini bozsa da yeni ve daha iyi bir inovasyon oluşturmaya yol açar. Yani düzensizlik, aslında yenilenmenin ve umut vaat eden yeniliklerin kapısını da aralar.
Bu teorisiyle Nobel Ödülü’ne layık görülen Prigogine, büyümenin anahtarının “sarsılma kapasitesi” olduğunu söylemiştir.
İşte bu yüzden Prigogine, sürtünme ve türbülansın, doğanın temel özellikleri olduğunu, onsuz hiçbir şeyin büyüyemeyeceğini ifade eder.
Türbülanstan korunan her sistem -ister moleküler ister kimyasal, fiziksel, sosyal veya psikolojik olsun- değişimden de korunur ve zamanla durgunlaşır, köhneleşir.
Dünya ve özellikle Türkiye uzun bir süredir türbülanslar içinde. Dünya genelinde yaşanan Covid, ekonomik krizler, siyasi çalkantılar, savaşlar, üçüncü dünya savaşı kaygısı, doğal afetler (özellikle ülkemizde yaşanan büyük depremler) toplumlarımızı derinden sarsmıştır. Dünyanın her yeri türbülans ve hayatın kriz anları ile doludur.
İşte tam da bu yeni bir inovasyon, yeni bir iyilik hali oluşturma umudu da doğurmaz mı? En basitinden Covid örneği bize yeni çalışma koşullarının hepimiz için mümkün olduğunu göstermedi mi?
İşte tam da bu konu üzerine Allianz ile bir araya gelerek yaptığımız bilinçdışı (metaforik projektif egzersizler), etnografik ve odak grup tartışmalarının içerildiği büyük bir araştırma ile dünyada ve ülkemizde yaşanan bu türbülansların bir umuda nasıl dönüşeceğine derinlemesine bakmak istedik.
Araştırmanın ana amacı; hedef kitle nezdinde umut kelimesinin anlamını, yarattığı duygu dünyasını anlamak, umut veren noktaları tespit etmekti.
Bugün makalemde bu araştırmanın bir kısmına değinmek istiyorum…
Mega şehirlerimiz, insanlarımız için hem bir umut kaynağı hem de bir hayal kırıklığı mekânı. Mega şehirlerin sokaklarında yürüyenler, gürültü ve kalabalığın yarattığı baskı altında eziliyor. İnsanlar, sürekli talepler ve yoğunlukla boğuşurken, şehrin sunduğu nimetlerden yararlanma umuduyla yaşıyor. Ancak bu kaos aynı zamanda başka büyük bir umudu da içinde barındırıyor. Ben bu mega kentten bir gün ayrılacağım umudu bu. Mega kentlerin sayısının gelecek 10 yılda artacak olması hem kaosu güçlendirecek hem onlardan kurtulma umudunu. Ne kadar garip değil mi? Aslında Prigogine teorisi tam da burada devreye giriyor. Ne kadar mega kent sayısı artarsa, bu hayat tarzından kurtulma umudu da o kadar güçlenecek. Mega kent hayatı aslında uykuda geçirilen bir ömür gibi görülmekte. «Bir gün bu rüyadan uyanacağım ve gerçekten yaşamaya başlayacağım» umudunu güçlendiren bir hal bu.
Dünyanın makro düzeydeki genel sorunları ve mikro düzeydeki kişisel zorlukların büyüklüğü hepimizi zorlamakta. İşte bu zorluklar, «küçük yaşam alanları» yaratmamıza ve buralara sığınmamıza sebep oluyor. Makro kaoslar, mikro sığınma alanlarının oluşma umutlarını yeşerttirmektedir. İnsanlar hobi edinme, ruh sağlığı, beden sağlığı gibi aktivitelerle zihinlerini ve motivasyonlarını koruyabilmekte ve geleceğe daha umutla bakabilmektedir. Bu sığınma alanları devasa hızla çoğalıyor. Yoga, pilates, spor her yerde…
Sivil toplum hareketlerine katkıda bulunan bireylerin, bulunmayanlara göre umut hissinde belirgin bir artış yaşadıklarını gördük. STK’larda çalıştığınızda sadece topluma katkıda bulunmuyorsunuz, kendi umutlarınızı da besliyorsunuz. Ve STK üyeliği ülkemizde maalesef hâlâ çok düşük. Neye inanıyorsanız inanın, bu doğrultuda iyi iş yapan bir STK mutlaka vardır, bulun, üye olun. Olun ki umutlu olasınız.
Çocuk sahibi olmanın da yani çocukların doğumu ile birlikte onlarla ilgili planlar, bireylerin hayatında yeni başlangıçları ve geleceğe yönelik umutları yeşerttiğini de araştırmamızda gördük. Türkiye’nin çocuk sayısı düştükçe, maalesef umudu da azalacak. En azından gidişat şu an böyle görünüyor. Çocuklar toplumun umutları için önemli. Çocuk sayısı konusunda çare aramaya devam etmemiz şart.
Bu, yalnızca kişisel bir gelişim süreci değil, aynı zamanda bir aile olarak evirilmenin ve geleceğe dair yeni hedefler belirlemenin bir parçası. Çocukların varlığı, ebeveynlerin kendi hayatlarına dair umutlarını yeniden şekillendirmekte ve onlara, çocukları için daha iyi bir gelecek kurma arzusu kazandırdığı ifade edilmektedir.
Konuşacak daha çok şey var ama makaleyi daha fazla uzatmadan, kapanışa geçeyim…
Her türbülansın bir umut anlamına geldiğini bilmek, kaygıya karşı geliştirdiğimiz en güçlü bakış açılarından biri olabilir. Prigogine’in teorisi, belirsizliklerin aslında bizi ileriye taşıyan bir dinamik olduğunu ve en derin krizlerin bir dönüşüm sürecinin habercisi olabileceğini gösteriyor. Kaos, yıkıcı bir güç gibi görünse de onun içinde saklı olan potansiyel, yeni başlangıçların ve yeniliğin tohumlarını taşıyor.
Teorinin kendisi bile umut saçıyor…
Hayatın zor anlarında, kaosun doğasında var olan bu umudu görebilmek, bizi daha dayanıklı ve yenilikçi kılarken, her türbülansı geleceğe doğru atılan bir adım olarak görmemizi sağlamalı.