Bu aralar Türkiye’de çok şeyin yası tutuluyor.
Yas tutmaya yabancı değiliz aslında; sevdiklerimizin, doğup büyüdüğümüz mahallelerin, hayallerimizin duygusal cenazelerinde ne yazık ki çok bulunduk bu aralar.
Yangınlarda ağaçlarımızın ve o yangınlarda kaybettiğimiz tüm canların yasını tuttuk.
Peki, iklimin yası tutulduğu zaman, sürdürülebilirlik projeleri yeterince etki yaratır mı?
Öncelikle dünyada Z jenerasyonun şu anki ruh haline bir bakalım.
Lancet Gezegen Sağlığı tarafından yayınlanan ve Bath Üniversitesi, Stanford Global Sağlık için Tıbbi İnovasyon Merkezi gibi kurumların gerçekleştirdiği araştırma[1], global olarak gençlerin yüzde 56’sının “insanlığın sonunun geldiğine” inandığını gösterdi.
Sona geldik diyen bir jenerasyona, markalar ne diyecek? Hala bir umudun olduğunu mu anlatacak yoksa onlarla birlikte yas mı tutacak?
Sürdürülebilirlik konusunda Türkiye yeni bir kavşağa ulaşmıştır ve artık gideceği yön konusunda karar vermek zorundadır.
Türkiye’de pandemi öncesinde “sürdürülebilirlik” kavramını önemseyen nüfus yüzde 6 iken, bu oran Covid ile birlikte yüzde 48’lere çıktı. İnsanımız “sürdürülebilirlik” gibi süslü kavramlar kullanmıyor tabi ki. Vatanın kendine yetmesi diyor. Türkiye’nin yüzde 48’i vatanın kendine yetmesinin çok önemli olduğunu söylüyor artık. Üstelik bu veri, yangınlar ve seller öncesinden. Şu an tahminimiz, bu kavrama atfedilen önemin yüzde 60’ları gördüğüdür.
Nedir bu vatanın kendine yetme meselesi dediğimizde de anlattıkları hep iklim oluyor. Halkımız için sürdürülebildik meyve, sebze, hayvancılık, su, orman, enerji…
Tüketici, sürdürülebilirlik ile hane ekonomisi arasında artık direkt bağlantı kuruyor. Kuraklık demek, elektriğin pahalanması demek, o da kışın hane ekonomisinin zorlanması demek. Halkın yüzde 62’si Ekim itibariyle elektrik ve doğal gaz faturası korkusundan dolayı, tasarrufa geçeceğini söylüyor.
Kadınlar erkeklerden iki kat daha endişeli. En endişeli kitle de yeni bebek anneleri. Onların kaygıları tavan yapmış durumda.
Orta yaş ve üstü hâlâ “önlem alınmalı” diyor; bebek anneleri “mücadele etmeliyiz” diyor ama iklim krizinden asıl etkilenecek olan gençler artık çok geç olduğuna inanıyor. Onlar yas içindeler. Bu krizi kaderleri kabul edip aksiyon almıyorlar. Yas tutarak kendi köşelerinde felaketleri bekliyorlar.
Özellikle yas haline bürünen insanda inanç güçlendirmek veya sürdürülebilirlik kavramına bir önem atfetmek, davranış değiştirmeye yetmiyor. Yale İklim Değişikliği İletişimi Programı’nda davranışları inceleyen Prof. Jennifer Carman’ın yaptığı araştırmalara göre insanların yüzde 31’i iklim krizine dair aksiyon almak istediğini söylerken sadece yüzde 6’sı geçen yıl böyle bir adım attığını ifade ediyor.[2]
İşte bu kitle söz konusu olduğunda, markalar nasıl bir sürdürülebilirlik iletişimi yapmalı?
Türkiye’de markalar, iklim kriziyle mücadele mesajları verirken hedef kitlenin bir kısmının yas içinde kaybolmuş olduğunu hesaba katmıyor. Aksine, yasını tuttuğumuz dünyamızın sona geldiğini hatırlatmak ister gibi, kaybettiklerimizi gösteren içerikleri abartarak masaya koyuyorlar.
Bunu iyi niyetle yapıyorlar aslında. Tansiyonu yükseltmek, aciliyet duygusu yaratmak istiyorlar ancak yaptıkları şey yas tutan insanları daha da derin bir yasa sevk etmek.
Denizin üzerini kaplamış pet şişeler, yanmış ormanlar, yaralanmış hayvanlar, başımıza çok kısa zamanda gelecek felaketlerin söylemleri…
İklim kriziyle mücadele iletişimlerinde çoğunlukla doğanın ölüsünü görüyoruz. Ölünün dönüşü, çaresi yok ki. Ancak yası var.
Türkiye’de markalar yas yaratmaktan kaçınmalı. “Bu kadar suyumuz kaldı, şu kadar hayvanın nesli tükendi…” gibi iletişimler, tek yapabileceğimizin köşeye çekilip sızlanarak son perdeyi izlemek olduğunu hissettiriyor. Bu nedenle çaresizliği dost edinmiş gençler, davranış değişikliğine ihtiyaç duymuyor. Onun yerine kaçınılmaz sona katlanmaya karar veriyorlar.
Peki, yasın ötesine geçmek için markalar neler yapabilir?
Hikayeyi anlatmaya sondan başlamamak, yolculuğu tamamen değiştirmemizi sağlayabilir. Yas araştırmacıları William Worden ve Thomas Attig’e göre yasın ötesine geçmek demek, “değişen çevreye uyum sağlamak ve dünyayı yeniden anlamlandırmak” demek[3]. Eski dünyanın yasını tutarken, yeni dünyayı öğrenmek; anlam yüklediklerimizi sorgulamaktan geçiyor. Verilen zararlar verildi, fakat şimdi sahip olduklarımız neler ve onlarla neler yapabiliriz? Sürdürülebilirliğin anlamı erozyona uğradıysa, ülkenin “kendi kendine yetmesinin” anlamı nedir? Yasta kaybolmaktansa bu soruların cevaplarını aramalıyız. İletişimin çarpıcı ve korkutucu olması için arkasından ağlanacak bir doğa resmi çizmek; omuzları düşük, sırtı kambur seyirci kaldığımız iklim krizine dair aksiyon almamızı sağlamayacak.
Artık korkuya değil, ümide ihtiyacımız var. Hatta iklim değişikliği çiftçilerden CEO’lara kadar istisnasız herkesin gündelik hayatını etkileyeceği için; bireysel değil, kolektif bir ümit arayışına ihtiyacımız var. Amerika’da “Good Grief” isimli “iklim yası” odaklı grup terapileri, Birleşik Krallık’ta “iklim yası” atölyeleri düzenlenmeye başlandı bile. Yasımızın kenarında köşesinde kalmış, gücünü birliktelikten alan ümit kırıntısını bulmalıyız. Ölüsü hatırlatıla hatırlatıla ancak yasını tuttuğumuz dünyayı Adalet Ağaoğlu’nun kelimeleriyle, “ölmüş gibi sevmeyelim, yaşıyor.”
Kaynak:
[1] https://www.bbc.com/future/article/20200402-climate-grief-mourning-loss-due-to-climate-change
[2] https://www.vice.com/en/article/88npnp/fifty-six-percent-of-young-people-think-humanity-is-doomed
[3] https://grist.org/protest/the-un-report-is-scaring-people-but-what-if-fear-isnt-enough/