Akan Abdula

Sosyal Medya :

Uzun zamandır tüm araştırmalarımızda bir türlü toparlanamayan bir anksiyete duygusu okuyoruz.

Türkiye bir kaygı ülkesi. Pandemi ile anksiyeteden farklı olarak, korku duygusunu yoğun hissetmeye başlamıştık; silah kuşanır gibi dezenfektanlarımızı alıp, cepheye gider gibi stok yaparak bu korkuyla baş etmeye çalışıyorduk. Ne var ki bu dönüşüm çok uzun sürmedi ve yeniden kaygı dünyasına döndük. Korku içinde birazcık kontrol duygusunu barındırsa da kaygıda kontrolü tümden kaybettiğimizi hissediyoruz.

Korku savaşma arzusu doğurabiliyor, kaygı ise tamamıyla paralize ediyor.

Kaygıyı kalıcı hale getiren çok gündemimiz oldu.

Ev kiraları, marketlerdeki gıda fiyatları, Türk lirası, yangınlar, seller, yurt sorunları, taksi bulamama…

Ve suçlular aranmaya başlandı.

Hatta gıda kısmı için suçlu bulundu bile: Zincir marketler. 

Tabii, bu marketlerin çalışma sistemlerini bilen pazarlama dünyası, bunu çok ciddiye almadı. Ancak halkın bir kısmı mutlaka almıştır.

Biz gelin gerçek suçluyu bugün bir konuşalım.

Gündelik hayatımızı cehenneme döndüren bu sorunların neredeyse hepsi, büyük resimde tek bir probleme işaret ediyor: Kentleşme.

Kentleşmenin altında yatan derin problem, ekonomide yaşanan sorunlar olsa da o başka bir makalenin konusu. Bugün kentleşmeyi konuşalım.

Sağlıksız ve plansız bir şekilde köyleri, kasabaları terk edip, kendimizi büyük kentlerde var etmenin yollarını aramaya koyulduk. Küresel kentleşmenin 2050’ye kadar yüzde 70’e varacağı öngörülse de, bu orana Türkiye çok daha erken ulaşacak. Nüfusumuz 90 milyona geldiğinde, sadece 10 sene içinde ülkenin yüzde 65-70’i 15 büyük şehirde yaşamaya başlayacak. Bu, şehirlerin dar apartmanlarında, ağaçsız sokaklarında köşe kapmaca oynayacak, artan trafik nedeniyle hayat ölçeğini daha da daraltmak durumunda kalacak ve hayli kalitesiz beslenmeye başlayacak 63 milyon tüketici demek.

Peki, kalan 27 milyon ne yapacak?

63 milyonun tükettiklerini, kim üretecek?

Şehirlerdeki tüketicilerin sayısı gittikçe artarken, şehirlerin tükettiklerini üretecek çiftçilerin sayısı da aynı ivmeyle azalacak. Geçtiğimiz 12 yılda, çiftçilerin yarısının tarımdan uzaklaştığı gözlemleniyor.[1] Üretim pahasının altından kalkmakta zorlanıp borçlanan çiftçiler, iklimin ve ekonominin belirsizliğine karşı direnemiyor. Çiftçiliği bırakmak zorunda kalıyor. Üstelik, bu yıl içinde sadece Mart’tan Haziran’a kadar çiftçi sayısında görülen yüzde 5.1’lik düşüş, bazı üreticiler için pandeminin bardağı taşıran son damla olduğunu gösteriyor.[2] Çiftçilerin vazgeçmesi demek, toprağın bereketini kaybetmesi de demek. Son 18 senede tarım alanlarında yüzde 12, sebze bahçelerinde yüzde 15 küçülme görünüyor.[3] İstanbul’a taksi yetmezken Anadolu’nun büyük bir kısmında şimdi in cin top oynuyor.

Zincir marketler ne kadar suçlu?

Beyaz yakalar, megakentlerin sınırlı arazilerinde kentsel tarıma başlamış olsa da bu girişim bir hobi olmanın ötesine geçemiyor. Gıda fiyatlarını düşürecek kadar etkili bir üretim sağlamak için sıfırdan çiftçilik yapmak, artan üretim maliyetleri nedeniyle çok zor görünüyor. Çiftçiler teknolojiyi kullanarak büyümek, işlerini daha iyi yapmak istiyor olsa da traktörlerinin arkasına basit bir malzeme almakta bile sıkıntı çeker hale geldiklerini ifade ediyor.[4]

Ürettiklerimiz, tükettiklerimize yetmediğinde gıda kaçınılmaz bir şekilde pahalılaşıyor. Eskiden düşünmeden sepetimize attıklarımızı alırken artık iki defa düşünüyoruz. Önceki yılın aynı dönemine göre domateste yüzde 75, sebzede yüzde 66, meyvedeyse yüzde 62’lik bir fiyat artışı gözlemleniyor. Bu artış oranı, son 6 yılın en yükseği.[5]

Böyle bir sorunun sorumlusu olarak zincir marketleri ilan etmek elbet absürt. Hatta bu marketler olmasa, bu ölçekte ürün satın almasalar, pandemi gibi bir süreçte, ürüne ulaşma sorunu yaşanır, fiyatlar savaş dönemi ölçeğine gelirdi.

Pazarlarda ve marketlerde fiyat artışını durdurmak için öncelikle ekonomiyi toparlamamız gerekse de, sadece ekonomiyi toparlamak da yeterli olmayacak. Türkiye’nin gıdasını sürdürülebilir hale getirebilmek için ileriye dönük aksiyonlar almaya şimdiden başlamalıyız.

Ve bu aksiyonların öznesi zincir marketler değil, boşalan köyler ve tarımdan uzaklaşan çiftçiler olmalı.

Toprağı bin yıllardır kendi haline terk etmedik. Şimdi şehirlere akın etsek de toprağı altın olan, metropoller değil. Şehirleri, direnç göstermeden dilediğimiz şekli verebileceğimiz cansız beton yığınları gibi algılıyoruz. Halbuki, ne yediğimizden yaşam tarzımıza kadar hayatımızla ilgili her şey, kaygısızca yontmaya kalkıştığımız şehirlerin bizim empoze ettiğimiz değişime verdiği dirençle şekilleniyor. Burada asıl soru, nasıl şehirlerde yaşamak istediğimiz değil, kim olmak ve nasıl bir hayat sürdürmek istediğimiz.[6]

Kaynak:

[1] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58746985

https://t24.com.tr/haber/pandemi-istihdamda-en-cok-tarimi-vurdu-kayitli-ciftci-sayisi-yuzde-5-1-azaldi,957700

https://tr.euronews.com/2020/05/14/turkiye-de-ciftci-sayisi-yuzde-38-dustu-tarim-alani-yuzde-12-azaldi

https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58746985

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/sebze-ve-meyve-fiyatlari-son-6-yilin-zirvesinde-1865594

6 Harvey, David. (1990). The Condition of Postmodernity. Oxford: Blackwell.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir